UN-PARADIS - BIRLESMEK VE INANMAK
  TAVSIYE SITELER
  GUNES
  POPULER PROGRAMLAR
  => Ziyaretşi defteri
  => MODERN BTP 58
  => YEMEK TARIFLERI
  => VIDEOLAR
  => DINI SIYASETE ALET ETMEK
  => ALLAHTAN BASKASINI RAB EDINMEK
  => AYDINLARIMIZ AYDINMI
  => KUDSI HADISLER
  => ARACILIK MESELESI
  => RIYASET-BASKANLIK
  => ALLAH KAMUSAL ALANINDA RABBIDIR
  => HAKIMIYET
  => RECM CEZASI KURANI DEGILDIR
  => HUKUM KOYMADA SIRK
  => DOGRU DUSUNME YONTEMI
  => AKIL
  => DENGELI FIKRI BESLENME
  => ALLAHIN YARDIMI
  => ASSAGILIK DUYGUSU
  => AYDINLANMA
  => BAGIMSIZLIK
  => BASIRET
  => BILGI
  => BIRLESMEK VE INANMAK
  => BIRLESMEK
  => COKLUK-COGUNLUK-COGULCULUK
  => DUSUNDURUCU RESIMLER
  => SIIRLER
  => AYET RESIMLERI
  => HAYVAN ISIMLERI
  Amerika
  Saklı sayfalar
  INTERNETTE VERI HIRSIZLIGI
  HAMAS YONETIMI IS BASINDA
  Haberler
  galeriz
  STENIZE BUTON OLUSTURUN
  HTLM KOD DEPOSU
  ILGINC SORULAR
  ERCUMENT OZKAN VIDEOLARI
  Yeni sayfanın başlığı
  SIVAS
  MESAJLARINIZ
  FRANSIZCA HARFLERIN OKUNUSU VIDEO

        BILMEK INANMAK

Arapça’da, a-l-m kökü ile ifade edilen ‘bilmek’ fiili, "gerçeğe ilişkin işaretleri doğru bir biçimde takip ederek, ona isabet etmek" anlamına gelir. Nitekim ‘ma’lem’ (çoğulu mealim) sözcüğü, yol izi, bir şeyin bulunacağı yer anlamına gelirken, ‘alamet’ kelimesi de işaret, nişan ve sınır anlamlarında kullanılmaktadır. ‘Alemin/alemun’ olarak kullanılan ve Türkçe’ye ‘alemler’ olarak geçen kelime de, yine, Allah gerçeğine işaret eden varlık dünyasına kinaye olarak anlam kazanmaktadır. Şu halde, bilmek, eşyanın tabiatına ilişkin doğru izleri takip etme eylemidir ve sonucu da, gerçeğe tekabül eden yargı almanında ‘bilgi’dir. İnanmak ise, e-m-n kökünden türeyen ve temelinde ‘güven’ ‘emniyet’ kavramlarının olduğu bir eylemin adıdır. İnanan, iman eden kişi, inandığı şey konusunda kuşku sahibi değildir, ‘emin’dir. Dolayısıyla, inanmak fiili, tasdik fiili ile yakın anlamlı olmakla birlikte, ondan daha öte bir anlamı haizdir. İnanç, inanılan şey üzerinde, ‘kesin bir kanaat’ hasıl olduktan sonra teşekkül eder. Dolayısıyla, imanın, orjinal anlamında, ‘zann’ ile oluşan bir sanrı yoktur.

 

 İman, ilm üzerine bina edilen ve bu yüzden de, inananı için ‘eminlik’ hissi doğuran bir inanıştır. Bu yönüyle, mutlak hakikat olan Allah’a (ya da vahye) iman, ilm temeline dayalı bir inançtır ve gerçeğin kendisine tekabül eder. İşte bu noktada karşımıza ‘vahy’ kavramı çıkmaktadır. Zira vahy, bilmek/inanmak kavramlarının anlam dünyalarına doğrudan müdahil olan bir problematik olarak karşımızdadır ve bu konuyla ilgili olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Arapça’daki v-h-y kökünden türeyen vahy kelimesi, kök anlamı itibarıyla, "işaret yoluyla, gizlice veya acele ile iletilen söz veya mesaj" türü şeyleri karşılamaktadır. Istılahta ise, Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği emir ve yasakların adı olarak kullanılmaktadır. Günlük kullanımda, vahy sözcüğüne karşılık olarak, "söz, işaret, ses, kitap, mektup ve yazı" anlamlarının verilmesi de, kelimenin kök-anlamında yer alan "önemli bir mesajın, özel bir yolla bir başka yere iletilmesi" özelliğinin, kavramın içeriğini belirlediğini göstermektedir. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür: vahy kavramında, ister ilahi alana ilişkin olarak kullanılsın, ister beşeri alana ilişkin olarak kullanılsın, iki önemli unsur vardır. Vahyeden, vahyi alacak olan için çok önemli olan bir hususta bilgi sahibidir ve vahyi alanın da, vahyedici olmadan bu bilgiye ulaşması mümkün değildir. Vahye söz konusu olan bilginin önemi dolayısıyla da, gizlilik, acele etmek ve işaret yoluyla ulaştırmak gibi hususlar, kavramın doğal tamamlayıcı boyutları olarak kavramın anlam içeriğinde yer almışlardır. Örneğin mektup yazan kişi, bilgilendirmek istediği kişiye, herkesin bu bilgiye ulaşmasını önleyici bir yöntemi kullanarak, açıklamak istedikleri şeyleri açıklamaktadır. Kelimenin "melek aracılığıyla Allah’ın emirlerini iletmek" olarak açıkladığımız ıstılahi anlamı ise, konuyu bütün boyutları izah edici mahiyettedir. Allah, kendi bildirmesi olmadığı taktirde kullarının asla bilemeyeceği konularda, kullarını bilgilendirmeyi irade etmekte ve bu maksatla, bir melek aracılığıyla, kullarına ‘vahyetmektedir’. Vahyi alan peygamber de, bu konuda gelen tüm bilgileri, kendi yanından hiç bir şey katmaksızın, insanlara ulaştırmaktadır. Meleğin bu bilgileri peygambere gizli ve acilen ulaştırması da, vahy sözcüğünün anlam içeriğini yeterince açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

 Ilm (bilgi) ise, "eşyanın tabiatına uygunluğu, mantık kuralları çerçevesinde dile getirilen bilinç içeriği" olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, bir açıklaması bulunan doğru inanç da ilm olarak nitelendirilmektedir ki bunun adı bir başka ifadeyle vahy’dir. Beşeri bilgi ile vahy arasında sadece kaynakları ve elde ediliş biçimleri itibarıyla bir farklılık vardır. Fakat bu iki bilginin mahiyeti aynıdır; yani teallük ettikleri şeyin mahiyetine ilişkin gerçeğin ifadesi olmaktadırlar. Bir konuda ilm’den bahsedebilmek için 1) şey, 2)duyu organları, 3) akıl ve 4) sabık malumat olmalıdır. Bu şartlardan her hangi birisi eksik olduğunda, bilgi teşekkül etmez. Bu ön şartlar tamamlandıktan sonra ise, bilgi, şu üç yoldan biri ile elde edilebilir: 1)eşyanın zatının algılanması yoluyla, 2) eşyanın izinin algılanması yoluyla, ve 3) doğru haber yoluyla. Birinci yol, beşeri bilgi türüne teallük ederken, diğer iki yol, vahy yoluyla elde edilen bilgi türüne karşılık düşmektedir. Tam da bu noktada, ‘iman’ kavramı önem kazanmaktadır. Zira bu yolla elde edilen bilgi, diğer yoldan elde edilen bilgi türünden farklılık arz etmektedir. Burada da yine mantıksal düzeneğin açıklayabildiği bir alan söz konusudur, fakat beşeri bilgiden farklı olarak ‘eşya’nın bizatihi varlığı söz konusu değildir. Bu konuda verilebilecek en iyi örneklerden biri olarak Allah’ın varlığına iman etmek zikredilebilir. Allah’a inanan kişi, bizatihi görmediği halde (ya da beş duyu organı ile hissedip algılamadığı halde) O’nun varlığına ilişkin olarak kesin bir kanaat sahibidir. İşte bunun adı ‘iman’dır. İmanın, nesnesine uygunluğu ispatlanmış bir önermeye dayanmış olması halinde, ‘doğruluğu’ndan söz edilebileceği gibi, eşyanın özüne tealluk etmeyen batıl bir inanç olarak ortaya çıkması da mümkündür. İnancın doğru olabilmesi için de, bilişsel sürecin doğru işlemesi gerekir. Bunu sistem analizinin kavramları ile ifade edecek olursak, "doğru çıktı için doğru girdi gerekir" diyebiliriz. Buradaki bir diğer şart da aklın sağlıklı çalışmasıdır. Sisteme verilen girdi ‘hatalı’ ise, yani veri, olgunun mahiyetine tealluk etmiyorsa, sistem doğru çıktı vermez. Örneğin, Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in rahmine ilka olmasındaki olağanüstü durumdan, Hz. İsa’nın, Allah’ın oğlu olduğu şeklinde bir inanç üretilirse, işte burada yanlış bilgi temeline dayalı olarak oluşmuş yanlış bir inanç söz konusudur. Yine Hz. İsa’ya benzeyen bir kişiyi, Hz. İsa diye asıp, ardından da "Hz. İsa çarmıhta acı çekerek can verdi" derseniz, bu da batıl bir inanç olur. Melekleri dişi olarak isimlendiren müşriklerin bu yaptığının da gerçeğin ifadesi olmadığı Kur’an’ın beyanınca sabittir (Necm:27): İşte insanlık tarihi bu türden inançlarla doludur ve şirkin esası da buna dayanmaktadır. Şirk, Allah’a, O’na ait olmayan bir takım isnadlarda bulunmanın adıdır. Şirk niçin en büyük zulüm olarak tanımlanır? Çünkü o, aslında Allah’a karşı yapılmış bir haksızlıktır. Haksızlıkta ise, bir şeyi ait olduğu yere koymama vardır, yani eşyanın tabiatına aykırılık vardır. Dolayısıyla şirk, hakikatin hilafı olan bir şeydir ve bu yüzden gerçeğe ilişkin hiçbir değer taşımaz. İşte bu nedenle batıl itikadlarda, eşyanın özüne aykırı önermelerden hareket edilir ve sonuçta da yanlış inançlar zuhur eder. Vahyin ise, bu konuda çok net bir iddiası vardır: Kur’an, açıkça kendisini ‘el-ilm’ olarak nitelemektedir.

 

 

 Kur’an bu kelimeyi (aynı kökten türeyen diğer terimler hariç) 80 kez kullanmaktadır ve bu ayetlerden ikisi dikkat çekicidir. Bakara:120 ve 145. ayetlerde, Hz. Peygamber’e: "kendisine gelen bunca ilm’den sonra kitab ehlinin hevalarına uyacak olursa", zalimlerden olacağı ve kendisi için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceği hatırlatılmaktadır. 146. ve 147. ayetler ise konuya bir başka açıdan ışık tutmaktadır. Bu ayetlerde Kitab Ehli’nin, aslında Hz. Peygamberin doğru söylediğini ya da onun getirdiği vahyin hakikat olduğunu bildikleri ve fakat içlerinden bir kısmının, bu gerçeği (el-Hakk) sakladığı bildirilmekte ve ardından şöyle buyurulmaktadır: "Gerçek (el-Hakk) Rabbindendir, sakın kuşkuya kapılanlardan olma". Bu ayetler, vahyin bilgi değeri konusunda yürüttüğümüz tartışmada sorunu kökünden çözücü unsurlar içermektedir. Ayetlerin açık ifadesine göre, Allah’ın vahiy yoluyla bildirdikleri, mutlak anlamda gerçeğe tekabül eden kesin bilgidir ve bu hususlarda zannlarına tabi olanların söyledikleri sözler ise, hevanın yani gerçeğe ilişkin hiç bir değer taşımayan yanlış inançlar, önyargılar, nefsi arzuların, bir başka ifade ile ‘zann’ın ifadesi olmaktadır. Zann, yine Kur’an’ın bir başka ayeti gereği, gerçeğe ilişkin hiç bir veri içermez (Necm:28). Kur’an, bunu "karanlığa taş atmak" olarak nitelemekte ve ‘çoğundan sakınmamızı’ önermektedir. Çünkü eşyanın özüne ilişkin bir değer ifade etmeyen zann, ancak ‘tahmini’ içerir, tahminin isabet değeri ise, ne oranda doğru veriye dayandığı ile ölçülebilir. Zira zann, çoğunluğu itibarıyla, hevanın ürünü olarak söylenilegelen şeylerdir. Bakara 146 ve 147. ayetlerde, Allahu Teala’nın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiklerinin El-Hakk (mutlak doğru) olarak nitelenmesi ise çok önemlidir. Burada, genel anlamda Kur’an’ın, özellikle de Cennet-Cehennem, ahiret hayatı gibi gaybi konularla ilgili ‘bilgi’ içeren ayetlerin, çok net bir ifade ile ‘ilm’ ve ‘hakk’ olarak nitelendiği görülmektedir. Yani, insanların nazarında bir ‘iman konusu’ olarak görülen hususları, Allahu Teala, açıkça ‘bilgi konusu’ edinmekte ve ayetlerinin, mutlak anlamda gerçeğin ifadesi olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla burada şöyle bir tespitte bulunmak gerekmektedir: Allahu Teala, vahyin, insanlar inansın ya da inanmasın, mutlak anlamda gerçeğe tekabül ettiğini beyan buyurmaktadır. Kur’an ayetleri, el-ilm’dir, el-Hakk’tır. İnsanlar şirk koşmuş, Hıristiyan veya Yahudi olmuş, ateist veya laik olmuş fark etmez. Kendilerine İslam’dan başka bir din seçenler, gerçeği ya bilip de inkar edenlerdir, ya da bunun farkında olmayanlardır. Her iki durum da, gerçeğin gerçek oluşuna zarar veremez. İnsan gerçeğin farkına varamadıysa, onun yokluğunu iddia edemez. Gerçek vardır, fakat bazı insanlar onu fark edememiş ya da ona inanmak istemeyip de inkar etmiş olabilirler.

 

Bu, sonucu değiştirmez. Bu konuda Kur’an ayetlerinden pek çok örnek verilebilir. Özellikle de gaybi konulara ilişkin olarak inanmayanların itirazlarına cevap veren Allahu Teala, onların yanlış düşüncelerini reddettikten sonra, "keşke bilmiş olsalardı!" ifadesini kullanmaktadır. Örneğin, Ankebut:64. ayette:" bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve oyalanmadır. Ahiret hayatı ise, gerçekten asıl hayat odur. Keşke bilselerdi" buyurulmaktadır. Burada söz konusu edilen ‘ahiyet hayatı’, beşeri bilginin konusu olabilecek bir hayat türü olmadığı için, normal mantıkla düşünüldüğünde, inkarcıların ‘bilip de gereğini yapmadıkları için pişman olacakları’ bir husustan bahsedilemeyeceği ileri sürülebilir. Ancak Kur’an, bu hususun bir ‘bilgi’(ilm) konusu olduğuna vurgu yapmakta ve ‘hakiki hayatın ahirette olduğu’ hususunun kuşkusuz bir gerçeğin ifadesi olduğunu söylemektedir. Yusuf:21. ayette ise, Allahu Teala, Hz. Yusuf’un, Firavun’un sarayına bebek iken girişinin, bizzat kendisinin hazırladığı bir planının sonucu olduğunu beyan ettikten sonra, "Allah emrinde galib olandır (işini yaptırır), fakat insanların çoğu bilmez" buyurmaktadır. Burada, düşünülebilir ki, "Allah’ın emrinde galib olması bir inanç konusudur, O’na inanan, O’nun bu sıfatına da doğal olarak inanır; fakat inanmayan için Allah’ın emrinde galib olması hususunun geçerliliğinden bahsedilemez." Halbuki bu düşünce yanlıştır, zira Allah, bu ayette de, emrinde galib olması hususunun, bir ‘ilm’ konusu olduğunu ifade etmekte, dolayısıyla bunun objektif bir ‘gerçek’ olduğunu beyan buyurmaktadır. Nitekim bütün bir Yusuf Kıssası da, bu gerçeğin somut bir örneği olarak Kur’an’da anlatılmaktadır. Kur’an’ın, "insanların çoğunun hakikat olduğunu bilmediği"ni beyan buyurduğu hususlar arasında, "Allah’ın va’dinin hakk olduğu"(Yunus:55), "İslam’ın, din’ul-kayyim olduğu" (Yusuf:40), "bütün övgülerin Allah’a ait olduğu" (Nahl:75), "Allah’ın insanların rızkını genişletip, daralttığı" (Sebe:36), "göklerin ve yerin yaratılışının, insanların yaratılışından daha büyük bir konu olduğu" (Gafir:57), "kıyamet günü bütün insanların toplanacağı" (Casiye:26) gibi hususlar vardır ve bunların her biri, ‘gerçeğe’ tekabül eder. Evet, insanlar, Cennet ve Cehennem’in bir ‘bilgi’ konusu olamayacağını, çünkü bilimin standart bilgi ölçütlerine göre bu kavramların, araştırma konusu yapılamayacağını, dolayısıyla da ‘gerçekliğinden’ bahsedilemeyeceğini ileri sürebilirler, ancak bu husus, Allah’ın diğer hakk olan sözleri nasıl doğru çıkmışsa, aynı şekilde doğru çıkacak olan bir konudur ve gerçekliği o zaman bütün insanlarca anlaşılacaktır. İslam’ın, ‘ölümsüz bir din olduğu’ ise, tarihen sabittir. Belki Mekkeli Müşrikler buna inanmamışlardı, fakat onlar Peygamber (as)’dan 1400 yıl sonra dahi bu dinin, var olmaya ve insanları doğru yola iletmeye devam edeceğini elbette ‘bilemezlerdi’. Fakat El-Alim olan Allah, bunu biliyordu ve Kitab’ında "yeryüzüne salih kullarının varis olacağını" haber veriyordu. İnsanların çoğu, bütün övgülerin Allah’a ait olduğuna inanmayabilir, bu konuda bir bilgi sahibi olmadığını söyleyebilir; ancak bu, gerçeğin ta kendisidir; Çünkü övgüye değer olan her şeyin kaynağı ve sahibi Allah’tır. Yaratmak ise, yaratanların en hayırlısı O’dur; Rızk vermek ise, kullarının ihtiyacını bilip onları razı olacakları şekilde rızıklandıran yine O’dur.

 

Adil olmak ise, herkesin yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak veren ve kimseye zerre kadar haksızlık yapmayan O’dur. Bağışlayan, esirgeyen, şefkat gösteren O’dur. Bütün mükemmelliklerin sahibi O’dur. Kusursuz olan ve muhtaç olmayan O’dur. Dolayısıyla gerçekten O’ndan daha başka övgüye layık olan kim olabilir? Fakat insanlar, bu ‘gerçeğin’ farkına varamamış olabilirler. Ancak bu, gerçeğin gerçek oluşunu değiştirmez. Bundan 1400 yıl önce, münafıklar "izzetin, Allah’a, Resulüne ve müminlere ait olduğu" ‘gerçeğini’ bilmezler (Münafikun:8) ve sanırlar ki, koca Mekke ordusu, hemencecik tepeleyiverecektir müminler topluluğunu ve bu nedenle Mekkelilere yaranmaya, dünyalık elde etmeye çalışırlar. Ancak bu hesap yanlıştır, çünkü yanlış bir habere, ya da başka bir deyişle ‘heva’ya dayanmaktadır. Nitekim, çok geçmeden Münafıklar da, Mekkeliler de, izzetin kimde olduğunu ayan-beyan görmüşlerdir. Bugün de kimi adı müslüman olan okumuş, entel ya da cemaat uluları, "inanıyorsanız üstünsünüz" ayetinin mutlak anlamda bir ‘bilgi’ olduğunu unutmuşçasına, dönekliği, demokratik tevbeyi, Allah yerine kuldan korkmayı, zilleti ‘izzet’ sahibi olmak sanmaktadırlar. Bu insanlar inandıklarını söyledikleri şeyi, gerçekten ‘bilmemektedirler.’ Çünkü bilmiş olsalardı, Allah’ın onlara kafi geleceğini de bilirlerdi ve dinlerini az bir paha karşılığı satmazlardı.

 

Bilmiş olsalardı, ölüm tehtidi altında kalmak dışında, sözünden dönmenin, arkasını dönüp kaçmanın, ebedi azabı gerektirici olduğunu da bilirlerdi. Bilmiş olsalardı, "Allah’tan korkun, bu yaptığınızdan vazgeçin" diyenleri, tahkir edici ifadelerle, marjinallikle, modası geçmişlikle, geri kalmışlıkla suçlamazlardı. Bilen, bilgisini eyleme dökendir. Bildiğini sanan ya da bildiği halde kendini satmış olan ise, elbette doğru eylemde bulunamaz. Bilen bilir ki, deprem, sel, sakatlık, ölüm gibi musibetler birer imtihan vesilesidir ve karşılığında sabretmek gerekir. Allah’tan gelen iyi de olsa kötü de olsa, bir sınav vesilesi olarak geldiği için, bilen, sabrının ve şükrünün denendiğini bilir ve bu gerçeğe göre davranır. Ancak bilmeyip de bildiğini sanan, başına gelen kötülüğe karşı isyan eder, iyiliği de kendi eliyle kazandığını sanır ve onunla övünür, böbürlenir. Tabii ki sonuçta yanılır ve acı gerçekle yüzyüze kalır. Bilinmelidir ki, Kur’an, ‘ilm’el-yakin’dir; gerçeğin aslına tekabül eden ilim (bilgi)dir (Tekasür:5). Onun getirdiklerine inanmayanlar, ‘bilgisizler’dir, cahillerdir. Onlar, onun bildirdiklerinin ‘gerçek’ olduğunu ‘ayn’el-yakin’ olarak bilecekler ve buna bizzat şahit olacaklardır. İşte o zaman, hissederek, görerek ve dokunarak, özetle bütün bilme yollarının kullanarak, Kur’an’ın beyan buyurduklarının Hakk’al-Yakin olduğunu bileceklerdir (Vakıa:95). Önemli olan, o güne kalmadan, henüz sınav zamanı geçmeden, Hakk’a tabi olmak ve ‘ilmden nasibini alanlardan’ olmak, yani kelimenin tam anlamıyla ‘mü’min’ olmaktır. Ne mutlu Mü’min olana, ne mutlu Allah’tan hakkıyla korkanlara (Fatır:28)!..

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol